Yaşasın türlerin kardeşliği
İnsan olmanın koşullarından biri kategorilerle düşünmek. Kategori, bir düşünsel kestirmedir aslında. Kavramları önceden kafamızda bazı kutulara yerleştiririz ki aniden karşımıza çıktıklarında haklarında hemen bir yargıya varabilelim. Zavallı bir avcı-toplayıcının ormanda karşılaştığı kaplan hakkında oturup uzun ve felsefi bir iç konuşma yapması pek de yararına olmazdı doğrusu. “Hmm, pençeleri olduğuna göre yırtıcı olabilir ama gözlerinde bir şefkat var sanki.” Onun yerine kafasındaki tehlike kutusuna şöyle bir bakar, büyük kedilerin içinde olduğunu görür ve kaçmaya başlar. Ancak bu çok eski bir hikaye. Kategoriler hala işimize yarıyor olsalar da söz konusu edebiyat olduğunda bakış açımızı daraltan birer engele dönüştüklerini hissediyorum.
İlk Ejderha Mızrağı kitabımı ortaokuldayken annem almıştı. Öyle “geek” bir insan olduğundan filan değil. Amerika’nın Yüzüklerin Efendisi seven ve çocuklarına Galadriel ismini koyan çiçek çocuklarından da değildir annem. Yalnızca kitap sever bir insandır. Ejderha Mızrağı’nın da arka kapağını okumuş, beğenmiş, almış. Gerçek bir kitapseverin nasıl olması gerektiği konusunda ahkam kesecek değilim ama annemin tarzını her zaman takdir etmişimdir. Özellikle yazar ve kitap sayısındaki muazzam artışın da etkisiyle türler arasındaki sınırlar bu derece silikleşmişken bu kategorizasyon öncelikle yazarlara ama en çok da okurlara zarar veriyor.

Fantastik kurgu ve bilimkurgu bu sınır meselesinden en fazla payını alan türler olsa gerek. Bir tür nerede biter diğeri nerede başlar. Arthur C. Clarke’nin hepimizin o çok iyi bildiği “Yeteri kadar gelişmiş bir teknoloji büyüden ayırt edilemez,” sözü derin bir bilgelik taşımıyor mu? Bazı bilimkurgu romanları vardır ki en açık fikirli olanımız bile kafasının içinde küçük bir “o kadar da olmaz canım” sesiyle okur.
Robert Reed’in Sister Alice adlı epik bilimkurgusunda baş kahramanımız Ord, neredeyse on milyon yaşındaki ablası Alice’in amaçları doğrultusunda devasa bir uzay gemisine dönüştürülür. Thomas’ın Ord’a dönüştüğü şeyi açıkladığı diyalog ise şöyle:
“Benim neyim var?
“Neyin mi var? Sevgili çocuğum, hiçbir şeyin yok!” Ruhsuz, abartılı bir kahkaha çözülüp sessizliğe dönüştü. “Gerçeği mi merak ediyorsun? Kısmen bir yıldız gemisisin. Karanlık maddeden ve büyüden oluşmuşsun ve kalbin de egzotik bir ivmesiz motor. Gövden görünmez, en azından öyle olduğunu umuyoruz. Bacakların, ciğerlerin ve tenin kendi anılarına göre şekillendirilmiş birer illüzyondan ibaret.”
Robert Reed’in bu romanının bilimkurgu mu yoksa fantazi mi olduğuna dair bir tartışma görmedim hiç. Uzay gemisi, galaksiler arası yolculuk, karanlık madde, cüce evrenler gibi klasik bilimkurgu temalarıyla bunu tartışmaya da gerek yoktur belki. Ama uzay gemisine dönüşen ve on milyon yıl yaşayan insanlar hangi bilimsel temele dayandırarak açıklarsanız açıklayın birazcık büyü gibi değil mi?
Bir de zombi romanları var ki hangi türün içine koyacağımı hiç bilmiyorum. Eski, bilindik, ölülerin bir büyü ya da lanet sonucu mezardan çıkıp geldiği zombi romanları ne güzeldi, hemen kategorize ediveriyorduk. Şimdi hızla mutasyona uğrayan ve tedavi edilemeyen virüsler sonucu insanlar ölemeyen şeyler haline geliyorlar. İşin içinde virüs varsa o kitap bilimkurgudur değil mi? Ama adamlar ölüler ve hala yürüyorlar. Tabii bir de insan eti yemek zorundalar, o kısım değişmiyor. Kitabıyla uzaktan yakından ilgisi olmayan bir film uyarlaması da yapılan World War Z bu son dalganın en önemli örneklerinden. Zombi kıyameti sonrası dünyada insan hikayelerini izliyorsunuz kitap boyunca. Belki de kurgu biyografi ya da kurgu tarih diye bir kategori yaratıp oraya koymak lazım.
Batı dünyasında durum biraz daha iç açıcı olsa da bizim buralarda fantastik kurgu, bilimkurgu ya da korku gibi türlere pek iyi gözle bakılmıyor. Çocuksu, ciddiyetten uzak ve biraz da serseri işi görülüyorlar. Dolayısıyla yetişkin ve ciddi bir insan kitapçıya girdiğinde bu isimle etiketlenmiş kısımları direkt es geçip dünya edebiyatına yöneliyor, Gabriel Garcia Marquez alıyor, Türk edebiyatına yönelip Saatleri Ayarlama Enstitüsü alıyor, klasikler reyonuna geçip bir Odysseia atıyor çantasına. Bu arada son romanıyla Haruki Murakami en çok satanlar kısmında yerini almış. Tam da o büyülü, insanı hayrete düşüren, hayal kurduran cümleleri nedeniyle sevdiği bu kitapların arasında asla bir Stephen Baxter ya da Ursula K. Le Guin kitabı olmuyor. Neler kaçırdığını hiç öğrenemiyor.
Sonuçta demem odur ki, benim ideal kütüphanemdeki kategoriler modern dünyanınkilerle pek uyuşmuyor. O etiketlenmiş rafların algımı hiç arzulamadığım şekillerde biçimlendirdiğini hissediyorum. “Kedili romanlar”, “uzay gemisi pornosu”, “sen istediğin kadar ben fantazi yazmıyorum de Kazuo Ishiguro”, “tarihsel hiçbir gerçekliği olmayan kraliçe ve prenses aşk romanları”, “dövme sahibi sert çocuklar ve kırılgan ama güçlü kızlar” gibi çok daha dürüst, açıklayıcı, gerçekten istediğim şeyi okumamı sağlayacak etiketler istiyorum. Asla okumam dediğim bir “tür” ile kitapçıdan çıkabilmek ve o türe bakış açımı değiştirmek istiyorum. Çok mu şey istiyorum?
Berivan Özkoçak
Not: Sister Alice alıntısının çevirisi için M. Boran Evren’e teşekkürler.
Görsel: Carl Spitzweg

