top of page

Mum ışığı tabloları

 

Tabloların detayları nasıl da tehlike altındadır; bir birleşmeyi gözler önüne sergilerken sabit duruşuyla nasıl da ayrıştırmaya müsaittir berikileri, çünkü bakan gözler kem gözlerdir… Dalgaların içinden yükselen sesleri duyamayan kulaklar, sabit bir detayın ince ayrıntılarında iliklerine kadar hisseder korkuyu, hiç dokunmamıştır yanındakine; ama dalgaların ötesinden gelen sese kulak verebilecek yetiye sahip olan da sadece ince ayrıntılardır. Gözler bakadursun, izlenimcilikten eser bırakmaz kem gözde. Onunkisi nazardır ama aldırmaz ince ayrıntı. Bir ağacın gölgesinde sevişmeye devam eder ve hasetinden çatlatır kem gözleri. Ama nasıl korunacaktır bu kem gözlerden?... Halbuki, onun da aynı hasetle bakması gerekir izleyiciye; bir karşılık vermesi gerekir ki kırılsın bu nazar… Kurmaya başlarsın zihninde eşdeğer bir tablo ama detaylar tehlikelidir dedik bir kere, ikinci bir detaya izin verir mi sanıyoruz zihinlerimizde?... Asla kopyalayamayız, yeniden yaratamayız, şekillendiremeyiz. Dileriz ki figürler gitsin, bize bıraksın alanı, ama sabit duruş bir kere kaptı mı köşeyi ressamın paletinde, senin, benim, bizim asla bir yerimiz yoktur o ayrıntıda.

 

 

 

Yine de tek yapabildiğimiz şey o resme bakmaktır diğer yabancı gözlerle birlikte. Ruhsuz gecelerde üzerleri çamur kaplanmıştır bu gözlerin. Resmin bulunduğu oda bize göre boş ama bir sürü insan tarafından istila edilmiştir gerçekte, şu narin vedalaşmayı çekiştiririz, terimler ekleriz yaşadığımız ana; resim deriz buna, dönem ekleriz zamansızlığa. Hele bir de form aradık mı daha da tehlike kokar bu oda çünkü form ne bir veda arar, ne de bir hüzün. Artık başka bir şeye bakıyoruzdur onlar sayesinde. Alakası yoktur bizim gerçeğimizle.

Karanlıklarla özdeşleştirdiğimiz pek çok kişi var bu dünya üzerinde. Tarih sahnesi özellikle karanlıkları unutmaz hiç; karanlığı egemen kılanları da… Ama bir ressamın tablosundaki karanlık?... İşte, o zaman resim de sana geri bakar. Nazarı bozar, çünkü “bakmak”la yetinmez, “görmek” ve “seyre dalmak”la ilgilenir artık. O andan itibaren tarih sahnesinden kimseyle özdeşleştiremezsin. Sana bir vanitas’ı hatırlatır gibi olurlar; ölümden bahsederler, masadaki kurukafanın yanına bir de meyveler, telleri kopuk keman eklendiğinde kendi sonunu hatırlatırlar. Ama biraz daha sabredersen korkulacak hiçbir şey olmadığını göreceksin. Hatta ne kadar güzel, ne kadar aydınlık olduklarını göreceksin. Önce şu alttaki tabloya bir bak hele; eğer etkilendiysen ruhunun ışıkla olan bağlantısını göreceksin:

 

Bu satırların yazarı ne resimler, freskler gördü bugüne kadar (aşağıdaki Judas’ın intiharı mesela); insan yiyen devleri bile gördü… ama ne olursa olsun, ille de “bak” der bu resimler sana. “Bakma”, “bak-a-ma emi!!!” diyecek bir yönü, korkulacak bir tarafı yoktur sanatın.

Işığa doğru (verso la luce), aydınlığa; aydınlanmaya doğru giderken karanlığın içinde, önce “bakmak”, sonra “görmek” ve en sonunda “seyre dalmak” gerek işte bu yüzden. Işığın minicik de olsa göründüğü; ama öyle ya da böyle, bir şekilde görülebildiği karanlık bir tünelin içindeki sanatı hiçbir şeyle değişmek istemezsin. Ayrıyeten karanlıkta kalmanın korkulacak nesi vardır ki?... Gündüzün; ağaçların, yemyeşil vadilerin, bir Londra sokağının ışıksız halidir yalnızca. İşte bizim karanlık zevkimiz de sanatın bünyesinde bundan ibarettir. Orman geceleyin, karanlıkta da güzeldir, bir Londra sokağı yağmurlu bir günde de güzeldir. 

 

Ağaçlar geceleyin ille de kollarını uzatıp seni yok etmek zorunda değil, bir vadi karanlıkta da güzeldir. Eğer bir kez aydınlıkta görmüşsek bu güzellikleri, karanlıkta da güzel olacağını haykırır bu resimler. O halde bir kere baktık mı, bir kere gördük mü, bu manzarayı seyre dalmak kadar güzel bir şey var mıdır?... 

 

İşte bu resimler nazarı; kem gözü böyle bozarlar. Çünkü karanlığın içinden bir ışık umuduyla izleyiciye de bakar bu tablolar. Işığın belirdiğini, gözbebeklerinden anlarlar. Öyle ki biraz daha karanlığa bürünürler kaprisli kaprisli ama mutluca... Karanlığın aydınlık olan ile ilişkisini sererler gözler önüne. Alt tarafı gördüğün, baktığın, seyre daldığın her şeyin gece halidirler. Gündüze verdiğin değer kadar bir değeri vardır hepsinin. Ayrıntılar da karanlıkta görünemez değildirler. Öyle bir görünürler ki, öyle bir farkına vardırtır ki seyre dalan kişiyi… Ve kem göze nazaran, korkmaz artık seyre dalandan.    

 

 

 

Burak Bayülgen

Ludek Marold - A Kiss Under The Parasol - 1895

Louis Picard - The Kiss (Le Baiser)

Alfred Guillou - Goodbye -1892

John Canavesio - The Suicide of Judas - 1492

Robert Koehler - Rainy Evening on Hennepin Avenue - 1902

Pietro Pajetta - Der Hass - 1896

Cipriano Mannucci - Verso la luce - 1910

bottom of page