Bütün editörlerin “pes” dediği bir an vardır. Benim için bu, işe ilk başladığım dönemde elime geçen bir romanın çevirmeninin “kör köpeği” incisini Türkçeye kazandırdığı andı. Kasıt rehber köpek tabii. Editörlerin üç kuruşa yaptırılmış kötü çevirileri bir kuruşa düzeltmesi için tutulan kişiler olduğunu keşfedişim de aynı döneme denk gelir. Ayrı kollardaki düğmeler kadar birbirini özleyen insanlar mı; yelkenimdeki rüzgar ol’lar mı… Daha iyisini yaparım dedim. O günlerden Gaiman’a uzanan yol on beş yıl.
On beş yılda insan çok şey öğreniyor.
Çevireceğim yazarla her buluşma ayrı bir ritüel. Bazen resmi ve yavan, bazen sahte. Gerçek hayatta iyi sevgili ne kadar zor bulunursa bu da öyle. İyi gün var, kötü gün var. ‘Yine mi sen’ var. Yazarın kendisi kimi zaman aşmanız gereken bir tehdit unsuru. Çok büyük, çok ağır. Kimi zaman “bu kelimeyi ne kadar sık kullanmış” diyerek soğuyacağınız kadar yavan.
Bazen de romanın kendisi kozmopolit bir şehirde yapayalnız kalmanızı sağlayacak kadar derin.
(Bittiğinde iyidir ama bitene kadar sizi de bitirir öylesi.)
On emir varsa ilki şu: Romanı iğfal etmeyeceksin. Onu yemeğe çıkarabilir, kur yapabilirsin. Geçmişini deşebilir, sırlarını öğrenmeye çalışabilirsin. Ama hayır dediği yerde durmak zorundasın.
Kör köpekler arasında…

Çok güzel bir cümleyi silmen gerekse bile… Roman, yazarın mahremidir; çevirmenin değil.
Aynı sembolizmle devam edersem, mahremine girmek istemediğin yazara yaklaşmayacaksın. Bedeli vardır. Adam, gerçek hayattan olduğunu bildiğin bir sahneyi öyle bir anlatmıştır ki fena çarpar ve sıradan bir okuyucu o tokadı bir kere yiyecekken sen düzgün aktarabilmek için bin kere yemek zorunda kalırsın. Bazen değer, bazen değmez, hiçbir zaman eğlenceli değildir.
Neden mahremini anlamak diyorum… Yazarın dilini bilmek yetmez, içini bileceksin. Okuyarak olur, tanıyarak olur, sorarak olur. Ne söylediğini duyar ama ne’den bahsettiğini anlamazsan o ilişki yürümez. Mahremin karşısına burada utancı koyalım. Birinin tanımını doğru yaparsan öteki sana pranga olamaz artık.
Elbette yazarı bulmacalarını tanıyacak kadar çözmüşsen, sezgilerin de artık tutuyorsa ve dili seninkine yakınsa, okuyucuyu güzel bir hafta bekliyor demektir. (İdeali bu ama hep böyle olur demek her sevişme harikadır demeye benziyor. Ancak romanlarda.)
Gaiman ve ben birbirimize yakıştık. Yolun Sonundaki Okyanus’ta bir hata varsa, suçu yıldızlara atamayacağız. Su aktı yolunu buldu.
Bir dip not olarak: İyi okuyucu olduğumu iddia ederim. Ama “iyi çevirmen” sözü çok doğru gelmiyor. Hayat vurur. Yayınevi öyle bir zora sokar ki iki ay daha üzerinde çalışma şansın olsa daha tatmin olacağın çeviriyi –yine iyi ama olabileceği kadar iyi olmayarak- teslim edersin. Açsındır, aceleye gelir. Yine bir çizginin altına düşmezsin ama… açsındır. Bunun elitizmi yok. Otuzundan sonra annenden borç istediğin günler vardır. Adını dürüstçe koyalım. İyi çevirdiğin kitap vardır, böyle yapmasaymışım dediğin kitap vardır. Sen düzgün bir iş teslim ettiğin halde yayınevlerinde bazen birilerinin düzleştirdiği romanlar vardır. Geçirgen duvarlardan bahsediyorum.
Gaiman’ı beş-altı ay geç teslim ettim söz verdiğim tarihten. Söz verdiğim tarihte bitirmiştim. Yankı’ya içime sinmedi dedim. Beni zorlamadı. Çeviriyi rafa kaldırma fırsatı tanındı bana. O beş ayda Gaiman’ın kendisinden New York Book Expo’da kitabı dinleme şansım oldu. Tesadüfler önceden yerine oturtamadığım taşları yerine oturmama yardım etti ve bitti dediğimde, bitmişti.
Ayrılığın iyisi olmaz ama, bu güzelindendi.
Yazarı, ona ihanet etmediğimi bilerek yolladım okuyucuya.
Zeynep Heyzen Ateş

