top of page

Kabusların içindeki gerçek

 

Romanya’ya ilk kez bundan tam 11 yıl önce gitmiştim. Doğrusu giderken aklımda ne Dracula ne Vlad Tepeş ne de Transilvanya vardı. Çünkü o vakitler henüz bir yazar değildim, roman yazmayı çok istiyor ama hep erteliyordum. İstanbul’da çok yoğun bir tempoda, büyük bir firmada üst düzey yönetici olarak çalışıyordum. Zira Romanya’ya gitme nedenim de çalıştığım şirketin Bükreş merkezde bir otel açıyor oluşuydu. Hem oteli denetlemek hem de yeni girdiğimiz bu pazarı, ülkeyi tanıyıp pazarlama taktiklerini ona göre belirlemek amacıyla yola düşmüştüm. Fakat Bükreş’e ayak bastığım andan itibaren içimde garip bir iç ses belirdi. Sanki bu topraklarda benim için özel olan bir şeyler vardı. Aradığım ama aradığımı bile bilmediğim bir şeyi bulacaktım. Bükreş merkezde işlerimiz bittiğinde ve gezi rehberimiz bizi Transilvanya adını alan bölgeye götürdüğünde, içimdeki o ses bir anlam kazandı. Uçsuz bucaksız karlı dağların arasına yayılmış yemyeşil ormanlar ve onların içine sızmış şatolar… Eski zamanlardan kalma bir çağrıydı duyduğum; artık emindim.

 

İlk durağım Sinaia olmuÅŸtu. Sonrasında Bran ve BraÅŸov. İşte Dracula’nın ÅŸatosuyla ilk karşılaÅŸmam Bran’a ayak basmamla oldu. Elbette Dracula’yı okumuÅŸtum ama Bram Stoker’ın o romanı yazarken kimden esinlendiÄŸine ya da tarihte böyle bir karakterin gerçekten yaÅŸadığına dair en ufak bir fikrim yoktu. Lakin Bran Åžatosunun o dik yokuÅŸunu tırmanırken, etrafa dair yabancılık hissetmediÄŸimi fark ettim. Gördüğüm her ÅŸeyden çok etkilenmeme raÄŸmen gördüklerime ÅŸaşırmıyordum. Zaten görmeyi beklediklerimi yerinde buluyor ve garip bir rahatlama duyumsuyordum. İşte Dracula’yı Hollywood’un hapsettiÄŸi o karikatürize karakterden çekip çıkarma fikri ilk o zaman girdi zihnime. Bu bir hayal deÄŸildi, bir çaÄŸrıydı. Ama o zaman bu çaÄŸrıya uyacak donanımım yoktu. Yazar olmak sadece bir hayaldi, yazdıklarımı kimseye okutmaya cesaret edemiyordum çünkü. Sinaia’da gezdiÄŸim bir diÄŸer ÅŸato -PeleÅŸ Castle- ve o ÅŸatoda yaÅŸanmış trajediler ruhuma kazınmıştı bir kere. Åžatoda gizlenmiÅŸ yollar, saklı kütüphaneler, öldürülmüş çocuklar, hükmedilmiÅŸ insanlar; hepsiyle ilgili anlatılanları büyülenmiÅŸ gibi dinliyor, adeta ezberliyordum. 

 

Romanya dönüşü havaalanında çektiğim tüm videoları ve fotoğrafları içeren fotoğraf makinemin ve kameramın çalınması da zaman içinde oldukça manidar gelmeye başladı bana. Çünkü bu ilk geziden elimde somut hiçbir kanıt kalmamışken, zihnim orada gördüğü her bir kareyi unutmamak için çırpınıp durmuştur. Belki de bu hırsızlık, oraya yeniden gitmem gerektiğini vurgulayan bir çağrıydı, kim bilir?

 

Ben Romanya’ya gittiğimde ülke henüz diktatörlüğün izlerini üzerinden atamamıştı. Bir Avrupa Birliği üyesi değildi ve olacağına da pek ihtimal verilmiyordu. Herkesin bakışları ürkekti. Hayalleri bile sınırlanmıştı tanıştığım insanların. Diktatör Çavuşesku Romanya’nın ruhunu da yaralamıştı. Bükreş merkezde yaptırdığı o devasa sarayı görünce, açlıktan kıvranan halkının onu neden devirdiğini, kurşuna dizdiğini anlamak hiç de zor değildi. İşte bu iki tarihi figür; 3.Eflak Prensi Vlad Tepeş, yani Kazıklı Voyvoda ve Çavuşesku aslında birbirine çok benziyordu. Aradan yüzyıllar geçmesinin bir önemi yoktu. Yıllar önce insanları kazıklara geçiren Vlad Tepeş’in derdi ile birçok diktatörün derdi aynıydı. Bunu anlamam için bu ziyaretin üzerinden 11 yıl geçmesi, kendi ülkemin siyasi iklimine kafa yormam, keza Hitler’i bile araştırmam gerekti. Artık biliyorum ve bildiklerimi anlatmak, paylaşmak istiyorum.

 

Bu nedenle geçtiğimiz yaz soluğu yine Romanya’da aldım ama artık ne aradığımı çok iyi biliyordum ve 6 romanı yayımlanmış bir yazar olarak hangi hikayenin peşinden nasıl gitmem gerektiğini de öğrenmiştim. Dracula neden kanla beslenen biri olarak anlatılmıştı? Bunu artık biliyorum. Aslında hangi şatoda almıştı o ölüm kararlarını? Fatih Sultan Mehmed ile hangi yollarda karşılaşmış ve savaşmıştı? Neden ondan nefret etmişti? Hollywood’un anlattığı gibi değildi hiçbir şey. Kardeşiyle kavgası, çocukluğunda ruhunda açılan gedikler, onu yüzbinlerin katili haline getiren sebepler… Peki ama bir insan sonradan mı katil olur yoksa ruhunda zaten var olan kötülük mü dışarı çıkmak için doğru zamanı bekler? 3.Eflak Prensi Vlad Tepeş kadın, çocuk demeden insanları öldürtürken ne düşünüyordu? Osmanlı paşalarının başlarına kavuklarını çiviletirken aklından ne geçiyordu? Gerilla taktikleri ile savaşmayı neden seçmişti? Tüm bunlara rağmen Romen halkı onu neden bir kahraman gibi görmüştü? Dağın tepesinde, ağaçların arasına gizlenmiş avını bekleyen o şatoyu gezerken, tüm bunlar yanıt buluyor aslında. Yeni romanım Düşüş ile 11 yıllık maceramın sonuna geldim. Bundan sonrası okur ile Vlad Tepeş arasındaki hesaplaşmaya bağlı.

 

 

Gülşah Elikbank

bottom of page