top of page

Giovanni Scognamillo ile Frankenstein üzerine

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Gotik edebiyat ya da genel olarak korku edebiyatı tarihine baktığımızda birçok yaratık ya da canavar görebiliyoruz, ancak Dracula dışında hiçbiri Frankenstein canavarı gibi popüler bir ikon haline gelmedi. Bunu neye bağlayabiliriz?

 

Dracula’nın neden ikon haline geldiği malum: Kitap yayımlandığı tarihten beri sürekli bir bestseller kahramanı veya anti-kahramanı olarak, ölümsüzlük, toplumsal statü, fiziksel çekicilik, şekil değiştirme olanağı, güç vb.özellikleri sayesinde, kana susamış bir “ Transilvanian Lover” kimliği altında gündemde. Dracula yasak olanın, tehlikeli olanın çekiciliğini taşıyor. Doktor Frankenstein’in canavarı –veya yaratığı– ise korkutucu görünümü ve yalnızlığı, anlaşılamaması ile ilgi çekiyor. Aslında iki canavardan söz etmemiz daha doğru olur: Biri Mary Shelley’nin yarattığı canavar, diğeri ise sinemanın, korku edebiyatının, çizgi romanların uygun gördüğü canavar yorumu ve Jack Pierce’in Boris Karloff’a uyguladığı klasik makyaj. Dikkat edilirse roman bize Boris Karloff’un ve canavarı oynayan diğer oyuncuların (başta Christopher Lee olmak üzere ) yorumladıkları bir iğrençlik ve dehşet figürü sunmuyor. Evet, bir canavardır çünkü bir İNSAN değildir, ama kötülüğü barındırdığı için değil, yalnız olduğu için, sevgiden ve iletişimden yoksun olduğu için, en önemlisi ÖTEKİ olduğu için. Kanımca Dr. Frankenstein’in canavarının bir korku ikonu haline gelmesi salt etrafa yaydığı korkudan kaynaklanmıyor. Etrafa yaydığı rahatsızlıktır onu ölümsüz ve popüler hale getiren. İnsan olmak isteyen ama olamayan, olabilmesi mümkün olmayan bir “canavarın” rahatsızlığı.

 

 

Mary Shelley Frankenstein’ı yazmadan önce gotik edebiyat İngiltere’deki yükseliş döneminin son günlerini yaşıyordu. Ann Radcliffe, Charles Maturin ve Matthew Lewis gibi yazarların roman kahramanları bir mitos yaratamadı. Frankenstein canavarını romanın yazıldığı dönem itibariyle nasıl değerlendirebiliriz?

 

Mary Shelley’nin romanına salt bir gotik korku romanı açısından bakarsak yanılgıya uğrayabiliriz, çünkü “Frankenstein” aynı zamanda öncü bir bilimkurgu yapıtıdır ve bir tür olarak özgün olması bundan da kaynaklanıyor. Bilimsel bir korku romanıdır. Gotik tarzda ama aynı zamanda gotik türünün çok belirgin kalıplarını aşar, öncü bilimi hedef olarak alır. Aslında anlatılan öykünün kötü karakteri hiçbir zaman Frankenstein’ın “canavarı” değil doktorun kendisidir. Tüm bu yaklaşımlar Shelley’nin romanını gotik edebiyatın başka ve daha çağdaş bir boyutuna yerleştiriyor.

 

 

Frankenstein canavarı gibi edebi karakterler sinemaya uyarlamalarında hep aynı ilgiyi çekebiliyor, bu uyarlamaları değerlendirdiğinizde ne söylersiniz, roman kahramanını beyaz perdeye taşımada ne derece başarılı olabildiler?

 

Bir yazınsal yapıtın sinemaya uyarlaması her zaman sorunlar yaratır, ama önemli olan bir romanın tümünü beyaz perdeye aktarmak değil, o romanın ruhunu ve özelliklerini görüntülemektir. Örneğimiz tür olarak bir gotik korku, ama sinemada neredeyse zorunlu olarak bir dehşet senfonisi halinde çarpıcı sahneler (canavar ve küçük kız) ve esprili göndermeler ile (baba Frankenstein)verilmektedir. Uyarlama örneği olarak James Whale’in yönettiği ilk iki Frankenstein filmi bugün bile kusursuz birer klasik sayılmaktadırlar ve yıllar boyunca sürecek bir sinemasal geleneğin temel taşlarıdır.

 

 

Sizin çevirmen olarak imzanızı taşıyan “Frankenştayn” kitabı da bu uyarlamalardan birisi. 1971 baskısında çevirmen olarak gözüküyorsunuz, ama kitabı sizin yazdığınızı bugün biliyoruz. Sonraki baskıda da takma isim kullandınız. Shelley’nin romanı nasıl “Frankenstein’ın Laneti”ne dönüştü?

 

Benim ilkin çevirmen sonradan yazar olarak göründüğüm “Frankenştayn/Frankenstein’in Laneti” kitabımın ilginç bir öyküsü var: 1970’te Milliyet Yayınları’nın Kara Dizisinin editörü Tarık Dursun Kakınç benden Mary Shelley’nin “Frankenstein” romanını çevirmemi istedi. Romanı gençliğimde okumuştum, kitaplığımda vardı. Oturup yeniden okudum ve Kara Dizi gibi popüler bir roman dizisi için fazla klasik olduğu (doğru veya yanlış) kararına vardım ve bir teklifte bulundum: Elimde İngiliz yapımı bir Frankenstein filminin diyalog listesi vardı ve ondan hareket ederek bir roman çıkartabilirdim. Bir filmden bir roman çıkartmak özellikle A.B.D.’de çok uygulanan bir yöntemdi ve elimde kimi örnekler vardı (Dracula’s Daughter/Dracula’nın Kızı). Kakınç romancılığıma güvenmemekle birlikte “deneyelim,” dedi. Denedik, sonucu uygun buldu ve kitap benim değil de Mary Shelley’nin imzası ile (ben çevirmen olarak göründüm) yayınlandı ve 10.000 sattı; sonraki yıllarda ise bir baskı yaptı –bu kez yazar, takma adım olan Jean Gennaro oldu, bense çevirmen olarak kaldım– ve yeni baskısı bu günlerde çıkacaktır. Benzer yöntem ilkin Milliyet gazetesinde tefrika edilen “ Mumyanın Mezarı” romanım için uygulandı. Tabii ki yazarken kimi eklentiler yapıldı (Igor), kimi değişiklikler de... Böylece kitap Türkiye’de ilk “Tie in” örneği oldu.

 

 

Türkçeye ilk Frankenstein çevirisi ne zaman yapıldı? Shelley’nin romanı Türkçeye sizin imzanızla mı girdi?

 

Türkçe olarak ilk “Frankenstein”ın ne vakit yayımlandığını bilmiyorum doğrusu, araştırmadım ancak 1940’lı yıllarda fasikül şeklinde bir “Frankenstein” dizisinin yayımlandığını biliyorum; örnekleri de Beyazıt Kitaplığı’nda mevcuttur. 1944’te İstanbul’daki Işık Matbaasından N.Erman imzalı tek formalık bir “Canavar Frankenştayn dizisi” çıkıyor. Elime geçen dizinin beşinci fasikülü “Mezardan Gelen Ses”te, canavar bir yangında yok olduktan sonra eşi ve kızı ile Fransa’ya geçen Doktor Marcus takma adını kullanan Dr. Frankenstein, bir gece komşusu esrarengiz Doktor Zodiak’ın davetini kabul eder. Kalabalık gecede Zodiak, bir ispiritizma seansındadır. Frankenstein canavarının ruhunu çağırmaya çalışır, fakat ruh yanıt vermediğinden canavarın halen hayatta olduğu sonucuna varılır. Zodiak Markus’a kendine benzettiği, kanını vererek dirilttiği Frankenstein canavarını gösterir. Yaratıcısı ile karşılaşan canavar saldırıya hazırlanırken Zodiak tarafından vurulur. Ancak, “ …Lakin şu anda kanınızı taşıyan meçhul bir varlık. Vurarak yere yıktığınız canavarın ruhunu belki bir gün, başka bir insan kalıbı içinde, karşımızda bulacağız,” der Markus/Frankenstein canavarın dönüşüne açık bir kapı bırakarak.

“Canavar Frankenştayn Dizisi”nin kaç fasikülden oluştuğunu saptayamadım, yazarının kim olduğunu ya da çeviri olup olmadığını da. Elimdeki fasikülün metni düzgün yazılmış ve şatolar, karlı geceler, mezarlıklar, ruh çağırmalar vb. korku türünün kaçınılmaz malzemelerini kullanmıştır, ancak özgün bir metinden çok zorlanarak özet haline getirilen bir metne benzer.

 

 

Mary Shelley’nin romanını bir edebi tür altında değerlendirmek ve eleştirmek istersek, sizce hangi türün unsurları ağır basıyor? Frankenstein canavarının kendinden sonraki gotik ya da bilimkurgu roman kahramanlarını nasıl etkilediğini değerlendirebilir misiniz?

 

İlk kez 1818’de yayınlanan “ Frankenstein or the Modern Prometheus” (Frankenstein veya Modern Prometeus ) korku edebiyatının bir doruk noktası olmasının yanı sıra bilimkurgu türünün de ilk gerçek örneklerinden biri sayılmaktadır. Nedir ki bilimsel, hatta öncü bilimsel bir kâbusu, akla hayale gelmeyen bir başka yaradılışı anlatmaya koyulduğunda Mary Shelley metafizik tartışmaların ötesinde, döneminde gündemde olan bilimsel kuramlara, öncü görüşlere geniş bir pay ayırıyor ve örneğin, önsözünde Darwin’ın adını da veriyor. Mary’nin Darwin’i evrim kuramcısı Charles Darwin olmayıp onu yönlendiren “Zoonomia, or the Laws of Organic Life” (Zoonomia ya da Organik Yaşamın Yasaları)nın yazarı doktor ve ozan Erasmus Darwin’dir (1731-1802).

Roman okunduğunda, dönemin ya da daha önceki dönemlerin kaynaklarına bakıldığında, Mary Shelley’nin yapay insan veya dirilen ceset öyküsünün 18. yüzyılda çok konuşulan ve düşünülen bir konuya fantastik, ancak felsefi, ahlaksal ve öncü-bilimsel kuramlara dayalı bir yaklaşım ve boyut getirdiği görülüyor. Kesin olmamakla birlikte yazarın romanının temelini oluşturduğunda Londra’da elektrik akımını kullanarak ceset canlandırma deneylerini yapan İtalyan Doktoru Aldini’nin çalışmalarından da etkilendiği düşünülebilir. Mary Shelley’nin romanı, gotik geleneğine ve oluşmakta olan korku ve dehşet edebiyatına, çıldırmaya her an hazır, kendinden aşırı derecede emin, üstün zekâlı doktoru ve korkunç, dışlanmış, korku kaynağı yaratığı ile yeni bir bakış ve yaklaşım getiriyor. Öncü bilimkurgusallığının ve öne sürdüğü ahlaksal-inançsal sorgulamanın ötesinde, dehşeti yaratabilenin, değişik olduğu için hor görülenin, yalnızlığa mahkûm olanın dramını anlatıyor.

 

 

Roman kahramanı olarak hep Frankenstein canavarı ön plana çıktı, popüler bir imgeye dönüştü. Onu yaratan ve canavarı onun adıyla andığımız bilimadamı Frankenstein için neler söyleyebiliriz? Doktor Frankenstein’ı Batı dünyasının bilime biçtiği rolün bir eleştirisi olarak okumak, 19. yüzyılı ve Aydınlanma çağını yorumlarken bize neler kazandırabilir?

 

Doktor Victor Frankenstein bence bir ihtar görevini görüyor Mary Shelley’nin niyetlerinde, doktor ve uygulamak istediği araştırma çizgisi... Kendini bir çeşit Tanrı gibi görüyor, olanaksız olanı yaratmak istiyor. Amacının temelinde bir büyüklük kompleksi de var, aşırı ve ölçüsüz bir kendine güven de. Tatminsiz bir ego. Bir abartı ve bir dengesizlik örneğidir bilimin negatif ve yıkıcı örneği. Mary Shelley bunu vurguluyor, buna dikkat çekiyor ve tabii ki eleştiriyor. Anti-kahramanı uçta bir kişi ama araştırmada ve uygulamada, öncü bilimin de öyle olabileceğini anlatıyor. Doktor Frankenstein’ı Aydınlanmanın bir örneği olarak sayarsak, bu yeteri kadar aydınlanmamış bir Aydınlanma olur.

 

 

Son olarak, romanı ilk okuduğunuz zamana dönersek, Frankenstein canavarının sizin üzerinizde nasıl bir etki bıraktığını hatırlayabiliyor musunuz? Romanın ve kahramanının sizin yaşamınıza herhangi bir şekilde yön verdiğinden ve yeni kapılar açtığından bahsedebilir miyiz?

 

Romanın beni etkilediğini söyleyebilirim gençliğimde okuduğumda, ama asıl etkiyi sinemadan aldım. İlk Frankenstein filmi sessiz olarak 1910’da çekiliyor, ama hem doktoru hem yaratığını tanıtan ve gündemde tutan James Whale’in yönettiği ve 1930’lardan kalan iki klasik film oluyor: “Frankenstein” ve “The Bride of Frankenstein” (Frankenstein’ın Gelini)

 

 

Türk gotik ya da korku edebiyatında Frankenstein gibi olmasa da sizi etkileyen, öne çıkan roman kahramanları oldu mu?

 

Türk korku edebiyatı halen oluşmakta olan bir geç kalmış türdür ve kahramanlarına henüz kavuşamadı. Umarım kavuşur.

 

Y. E.

 

 

*Bu söyleşi ilk olarak Roman Kahramanları dergisinin 6. sayısında yayınlanmıştır

 

 

Giovanni Scognamillo’nun araştırmadığı ve öğrendiklerini bizlerle paylaşmadığı bir konu kaldı mı acaba? Yeşilçam, reenkarnasyon, astroloji, İstanbul’un gizemleri, fal, başka dünyalar, mumyalar... O; sinema ve edebiyat sevgisine yön vermenin, araştırma ve kaynak oluşturmanın, öğrenci yetiştirmenin nasıl olması gerektiğine dair bir örnek olarak değerlendirebileceğimiz en önemli kültür insanlarımızın başında geliyor. Öğrenmenin ve araştırma yapmanın günümüzdeki kadar kolay olmadığı, bilgiye ulaşmanın çok çalışma ve çok zaman aldığı günlerde, Scognamillo sadece başka kültürlerin hazinelerini buraya taşımadı, aynı zamanda bize ait olan değerleri de yurtdışına sunmayı başardı. Norveç’ten İtalya’ya kadar birçok ülkenin yayın organlarına Türk sineması ile ilgili 

yazılar yazdı. Adeta sinema ve edebiyattaki kültür elçiliğimizi üstlendi. Fantastik filmlerin, bilimkurgunun, vampirlerin, canavarların, korkunun ve gizemin tarihini onun yazdıklarında ayrıntılarıyla bulduk. O en çok bilinmeyene ilgi duydu. Canavarları sadece araştırmadı, aynı zamanda kendi öykülerinde de yarattı. Tanımadıklarımızı bizle tanıştırdı, tanıdıklarımızı aslında yeterince tanımadığımızı gösterdi. Scognamillo tıpkı bir gotik roman kahramanı gibi, her zaman gerçek canavarların izinden gitti, her zaman bize bir ayna tutmak için...

bottom of page