Dur ve yeniden oku!
Yeni şehirler, yeni insanlar, yeni nesneler, yeni deneyimler… Seçenekten yana hiçbir sıkıntı yaşamadığım bir dönemde arayışım “yeni” ve keşfedilmemiş olan. Bana heyecan lazım. Her sabah 8’den akşam 5’e çalıştığım sıkıcı ve tek düze işten bizi çıkartacak farklı bir şeyler. Özellikle İstanbul gibi büyük bir şehirde yaşayan benim gibiler için bütün bu yeni şeyleri bulmak hiç de zor değil. Hatta aramasam da köşe başında bir tanesiyle karşılaşacağım muhakkak. Kanımın daha hızlı akmasını, kalbimin daha hızlı çapmasını sağlayacak, Instagram’da paylaşmaya değer bir şeyler. En azından aramam, bulmam gerekenin bu olduğunu varsayıyorum. Internette öyle yapmak lazım diyor, öyleyse doğru olmalı. Yaşadığın her anı değerli kıl, günü yaşa, bu treni sakın kaçırma!

Öyleyse evimin bir köşesinde duran ve o bir türlü kurtulamadığım eski kanepe de neyin nesi? Dikişleri attığı halde neden giymeye devam ediyorum o bez ayakkabıyı? Küçük Kara Balık’ı neden tutuyorum kitaplıkta, tam da Küçük Prens’in yanında? Eskilerden bir türlü kurtulamıyorum, sanırım yeterince modern olamıyorum. Zira eskiler rahat, eskiler tanıdık. Sürekli kalp çarpıntısıyla da yaşanmaz ki canım. İnsan bazen de yavaşlamak, sakinleşmek ve hatta durmak ister. Mevzu sakinleşmekse, durmaksa, kim hiç tanımadığı biriyle kahve içmeye gitmek ister ki?
Oysa eski bir dostlayken “durmak” ne kadar da kolay. Sen onu biliyorsun, o da seni. Hiçbir şeye baştan başlamaya gerek yok. Belki geçen hafta yarıda kalan muhabbetten devam ederiz. Anlatmaya başladığı hikâyeyi daha önce dinlemişsek “bu kaçıncı anlatışın be birader?” der sustururuz. Muhabbet hiç sarmadıysa ‘bugün benden bu kadar’ der, haftalar ya da aylar sonra görüşsek bile sohbete aynı yerden devam edebileceğimizi bilmenin rahatlığıyla kalkar gideriz. Tekrar okuduğumuz kitaplara yaptığımız gibi.
Hangi kitabı tekrar okuyacağımızı nasıl seçeriz, işte ona dair bir fikrim yok. Mesela ben on altı kere okuduğum Yedinci Papirüs’ü-Wilbur Smith nasıl seçtim, bilmiyorum. Sonra Yüzüklerin Efendisi-J.R.R Tolkien. Eski bir dost gibi her zaman kütüphanenin bir köşesinde duran sadık bir kitap. Ne zaman açsam Bilbo’nun doğumgünüyle başlıyor, Sam ve Frodo hep aynı noktada sıkıcı görevlerine çıkıyorlar. İşte o bölümü hep atlıyorum, Rivendell ve Lothlorien’de mutlaka biraz duruyorum. Şömine başında söylenen şarkıları tekrar okumak zorunda değilim, kendimi bir şey kaçırmış hissetmiyorum.
Ve tabii ki şu aralar tekrar okuduğum Harry Potter-J.K Rowling. Bu seride favori kitaplarım bile var. En az okunanlardan biri Felsefe Taşı, Zümrüdüanka Yoldaşlığı ve Melez Prens’in ise artık kitaba benzer bir hali kalmadı. Harry hep aynı Harry, Dumbledore hep aynı yerde ö… Okumayanlar varsa hala burada bir spoilerı hak ediyorlar aslında.
Tabii bir de Jane Austen kitaplarına tekrar tekrar dönüp Elizabeth ve Bay Darcy’yi hep öyle aynı, gururlu ve âşık bulmak hikâyesi var ki, dünya bu kadar hızlı dönerken bir yerlerde hiçbir zaman değişmeyen güzel bir şeyler olduğunu hatırlatıyor bana. Zira değişim her zaman heyecan verici değil, bazen de bir o kadar korkutucu. Sürekli yeni bir şeyler öğrenmek ve onlara uyum sağlamaya çalışmak çok yorucu. Eskiden okuduğum bir kitaba dönmek eve dönmek gibi. Kokusunu, seslerini bildiğim, kapısının gıcırtısından ya da kaloriferinin gürültüsünden korkmayacağım bir yer.
Yine de en iyi bildiğimiz insanda ve mekânda bile yıllar sonra yeni bir şeyler keşfedebildiğimiz muhakkak. Yeniden okunan kitaplar da aynen böyle. Bazen yıllar sonra yeniden okuduğum bir kitabın hatırladığımdan çok farklı olduğunu görüp şaşırıyorum. Hafızam bana oyun oynuyor olabilir elbette, onun işi bu. Diğer taraftan benim artık kitabı o ilk okuduğum günden çok farklı bir insan olduğum anlamına da geliyor olabilir ki sanırım bu daha olası. Çünkü kitaplar öyle göründükleri gibi katı, sert ve bitmiş şeyler değillerdir. Öylesine organiktirler ki kendi yazarlarını bile şaşkınlığa uğratırlar. Bizimle beraber büyürler. Biz değiştikçe değişirler. Tam tanıdığınızı, her kelimesini bildiğinizi sanırsınız, hiç fark etmediğiniz yeni bir duyguyla çıkagelirler. Bir zamanlar sizi güldürmüşken beş yıl sonra ağlatır, on beşinizde nefret ettiğiniz karakterler otuz beş yaşınızda kendilerini sevdirirler.
Bu yüzden pek çok insan için bir kitabı yeniden okumak (re-reading) asla zaman kaybı değil ve hatta önemli bir ritüel. Aynı filmler gibi. Yüzüklerin Efendisi, Star Wars, Baba, Geleceğe Dönüş, Hayalet Avcıları gibi filmleri defalarca izleyen hatta arkadaş gruplarıyla toplanıp bunu bir film gecesine dönüştürenler de var. Ama kitap okumak öylesine yanız ve kişisel bir eylem ki, kıymeti yeterince bilinmiyor.
Dünyada çok fazla kitap var. Sanırım bu iyi bir şey. Kitap iyi bir şeydir ne de olsa değil mi? Ama bazen bu kadar çok kitabın tam da o peşinden koşup yorulduğumuz değişim ve heyecan treninin bir uzantısı olduğunu düşünmeden edemiyorum. Youtube’da bir sürü kitap kanalı var ve birtakım insanlar bu ay aldıkları otuz sekiz kitabı nasıl okuduklarından bahsedip üstüne bir de o yorum videolarını çekecek zaman bulabiliyorlar. Enerjilerine hayranlık duymakla beraber onları izlerken yorulduğumu da itiraf ediyorum. Çelişkili duygular yaratıyorlar ben de. Bir taraftan “Okumam gereken ne kadar çok kitap var ve yaşayacağım hepi topu elli yıl daha!” diye paniğe kapılıyorum. Sonra kitabın böyle bir şey olmadığını, yedikten beş dakika sonra tadını unutacağım bir atıştırmalık olmadığını hatırlatıyorum kendime ve uyanıyorum.
Biraz durmak, anneannemin ördüğü çocukluk battaniyemi üzerime çekmek, sevgili, sadık Aşk ve Gurur’uma gömülmek, Jane’in bu kez bana ne gibi sürprizler hazırladığını görmek istiyorum. Bu günlük tren bensiz yola çıkıversin diyorum.
Berivan Özkoçak
Görsel: Henry Lamb, "The Artist's Wife"

