top of page

Bilimkurgu eğlenceli olmalı!

 

 

12 öykü var kitapta. Acaba ne kadar sürede yazdın bu öyküleri? Çok önce yazılmış olup da çekmecede bekleyenler var mıydı?

 

Net bir süre vermek çok zor. Mesela “Güneş Hırsızları” öyküsü ilkokul, ortaokul yıllarıma kadar dayanıyor. Nedense sürekli aklımdan bu fantezi geçiyordu, bir gün uyanıyoruz, perdeleri aralıyoruz, bir bakıyoruz güneş doğmamış. O zaman ne olurdu? Ortaokulda derme çatma kurduğumuz metal grubuyla bu konuyu irdeleyen bir konsept albümü yapmayı hayal ediyordum. Konusu şu an ortaya serdiğim gibi gelişmiyordu ama kıvılcım ilk o zamanlarda yanmıştı. Diğer yandan ilk öykü kitabımdaki bazı öykülerin “bir nevi devamları” diyebileceğim öyküler de var. Mesela “Ölümsüzlüğün Gıcık Sırrı”nın devamı niteliğinde görülebilecek “Hayatın Gıcık Anlamı”. “Ölümsüzlüğün Gıcık Sırrı”nın sonunda “Hayatın anlamına ne dersin?” repliğinde o öykünün temeli atılmıştı zaten. “Sinemaya Tek Başına Gidenler” de yıllardır kafamda yuvarladığım, yıllar içinden kılıktan kılığa giren öykülerden biri. Ama mesela hiç hesapta yokken kitabı yazarken bir anda aklıma gelip hızlıca oluşturduğum iki üç öykü de var, “Dünyanın Sahiplerine Bakmıştık” gibi.

 

Uzun öyküler romana ya da en azından kısa romana dönüşebilirdi bence, özellikle Evim Güzel Evim. Benim favorim o. Bir öykü fikrinin roman olabilmesi için ne gerekiyor? Ne gerekiyorsa yapalım:)

 

Evet, “Evim Güzel Evim” ve “Güneş Hırsızları” roman olabilirdi. Ama bence doğaları tam da bu uzunluğa işaret ediyordu, novella olmaları gerekiyordu. Yekta Kopan’ın bir yazısını okumuştum, “Kastırsan roman olur!” başlıklı. Edebiyatçıların olduğu bir davette 30-40 sayfalık öykülerden laf açılmış, bunu duyan biri “Oha, kastırsan roman olur” demiş. İşte sahici edebiyatla sahte edebiyat arasındaki fark tam da bu diyalogun orta yerinde yatıyor. Ben bu kitapta hiçbir konuda taviz vermek istemedim. Novellaysa novella, çok kısa öyküyse çok kısa öykü. Nasıl çıkıyorlarsa öyle olmalı dedim. Bazı profesyonel kaygılarla öykünün doğasını zorlamamalıyız diye düşünüyorum. “Evim Güzel Evim”i yazarken Maupassant’ın “Horla” öyküsünden esinlenmiştim. Maupassant’ın en çok tanınan eserlerinden biri bu. Fransa’da okullarda falan okutuluyor. Öykünün böyle avantajları varken roman yapıp onu başka bir kılıfa sokmak doğru olmayacaktı. Zaten roman olsa bu etkiyi yapması mümkün olmazdı. Mesela sonu bence hiç “romanlık” bir son değil. Uzun bir metine o alaycı diyalogla yapılan final yakışmazdı. O anlamda “Güneş Hırsızları” roman olmaya daha müsait bir metin aslında. Mesela o öyküye Renol’un açısından yaşananlar eklense roman olabilirdi. Sonuçta dünyadaki kadın karakter üzerinden öyküyü dinlediğimiz için Renol’un yaşadıklarını tıpkı o kadın gibi sadece hayal edebiliyoruz. Mesela meteor yağmurundan geçmiş, bu sadece beş kelimelik bir cümleyle geçiliyor. Oysa tek başına heyecan verici bir roman bölümü olabilirdi orası. Ama en başta dediğim gibi, bu kitapta öyküleri doğal akışına bıraktım. Madem anlatıcı kadın, durup dururken Renol’un bakış açmasına geçmek “zorlama” olacaktı. Belki çizgi romanı yapılırsa o kısımlar anlatılır ileride, o konuda yardımını alırım :)

 

Güneş Hırsızları’ndaki ilk öykü Rüya Tarifleri, rüyaların hayatımızdaki yerini düşündürüyor. Senin gündelik hayatında nasıl bir yer kaplıyor rüyalar? Yazdıklarında rüyaların doğrudan ya da dolaylı bir etkisi var mı?

 

Rüyalarla eskiden çok yakın bir ilişkim vardı. Yatağımın kenarında defter ve kalem tutar, her rüyamı yazardım. İlk kitabımdaki “Rüya Çocuk” o rüyalardan türemişti. “Rüya Tarifleri” de bir şekilde o öykünün ruh kardeşi. Halen daha yatağımın yanında defter ve kalem tutuyorum ama artık rüyalarla o kadar yakın bir ilişkim yok. O yüzden artık beni etkilediklerini söyleyemem. Ama sanırım ben daydreamer dedikleri cinsim. Gündüz gözüm açıkken bir hayale dalıp gerçeklikten koptuğum oluyor. Belki de öykülerim de bir nevi gündüz düşleridir.

 

 

Kitapta iki öyküde anlatıcının kadın olduğu ortaya çıkıyor metin ilerledikçe. Erkek bir yazardan kadın bir anlatıcı/kahraman. Bunu özellikle okuru ters köşeye yatırmak için mi yaptın? Ben yattım açıkçası.

 

Bu konu hakkında çok soru geldi. Açıkçası yazarken bunun üzerine düşünmemiştim. Her iki öyküde de kahramanın kadın olması gerekiyordu, ben de öyle yaptım. Daha önce Hayalet Kitap’ta da Güldem ana karakterdi ve romanın bir kısmı onun mektupları ve günlük yazılarıyla ilerliyordu. Güneş Hırsızları’ndan sonra bu soruyla çok karşılaşınca biraz araştırdım. Gerçekten de edebiyat dünyasında çok örneği olduğu söylenemez. Kadın yazarların erkek anlatıcı kullandığına daha çok rastlanıyor. Erkekler ise buna pek yanaşmıyor. Dickens’ın “Kasvetli Ev”i bu anlamdaki ilk romanlardan biriymiş mesela. Türkiye’den ise akla Murathan Mungan geliyor, “Yüksek Topuklar” romanında ve birçok öyküsünde kadın anlatıcı kullandı. Başka örnekler de var ama sanıldığı kadar çok değil.  Gerçekten enteresan bir konu, demek ki edebiyatta halen daha yeterince kurcalanmamış bazı metotlar mevcut. Şahsen kadınları yazmayı çok eğlenceli buluyorum, en az uzaylıları yazmak kadar eğlenceli! Bunda ne kadar başarılı olduğuma ise tabii ki sadece kadın okurlar karar verebilir!

 

 

Kitapta müzik, sinema ve edebiyatın büyülü dünyalarını işliyorsun ilk dört öyküde. Ama bir yandan Gezi sürecini işleyen bir öykü de var. Hayal gücünün ve toplumsal gerçekliğin dengesini nasıl tutturuyorsun bir fantazya yazarı olarak? Sana, her iki taraftan da eleştiri geldiği oluyor mu? Toplumsal mesajlarına itiraz edenler var mı?

 

Öykülerimi okuyan birinden böyle bir eleştiri almadım. Ama şu oluyor: Babam çok katı bir toplumsal gerçekçilik geleneğinden gelmiş, politik yönü de bilinen önemli bir sanatçıydı. Onun arkadaşlarının “Koskoca Erkan Yücel’in oğlu Star Wars’lara sarmış, gerçeklikten kopmuş, vah ki ne vah” gibi yorumlar yaptıklarını gördüm:) Kalem salladığım türlere duyulan önyargıdan dolayı gerçeklikten kopuk olduğumu düşünebiliyorlar. Ama okudukları zaman kazın ayağının öyle olmadığını fark ediyorlar. Bence günümüzü anlatmak ve yaşadıklarımızı açıklamak için en ideal türler bilimkurgu, korku ve fantazya. Üstelik bence bu türlerle yazılan öyküler asıl toplumsal bilinçlenmeye yol açıyor. Toplumsal gerçekçi sıfatıyla sadece entelektüel camiaya kitap yazan yazarların ne kadar etkide bulunduğu ise muğlak. Asıl kitlesel uyanışlara yol açan eserler genelde “Fahrenheit 451”, “Cesur Yeni Dünya”, “1984” gibi bilimkurgu klasikleridir. Şimdi kaçış edebiyatı denilen “Yüzüklerin Efendisi” 68 kuşağının en çok okuduğu kitaplardan biriydi. Bu önyargının artık değişmesi gerekiyor.

Aslında sorudaki fantazya okuru kısmı bu noktada daha problemli. Çünkü diğer taraf en azından okuyup önyargısının farkına varabiliyor ama bazı fantazya okurları gerçekliğe yakın fantastik metinleri kabullenemiyor. Daha doğrusu sahiplenmiyor. Fantastik edebiyat algısı özellikle ülkemizde problemli. Ekşisözlük’teki “Beşiktaş’ta fantastik olayların kopmasını anlayamıyorum, bir yerde kokoreççi varsa, pvckaplamacı varsa, orada fantastik olmaz” gibisinden yazılan ekşisözlük yazısını unutamıyorum. Bu Türkiye’deki okurun fantazya ihtimallerini ne kadar daralttığının çok güzel bir göstergesi. Kendi sokağında fantastiği kabullenemeyen biri toplumsal gerçekçiliğe de burun büküyor tabii ki. 

Çoğu öyküde mizahi bir hava var. Gülmekten okumaya ara vermek zorunda kaldığım yerler oldu, özellikle uzaylıların olduğu öykülerde. Halbuki birkaç yazarı saymazsak bilimkurgu ciddi bir türdür bir yandan. Ağırbaşlıdır çoğu zaman. Sence eğlenceli mi olmalı?

 

Bunu söylediğin için teşekkürler. Ben de Maupassant, Stephen King, Douglas Adams, Boris Vian gibi isimlerin öykülerini okurken gülmekten ara veririm. Ben de bu etkiyi yaratabildiysem ne mutlu bana! Bilimkurgu eğlenceli olmalı, evet bunu diyebilirim. Zaten büyük bilimkurgu yazarlarına bak. Asimov’un öyküleri ne kadar eğlencelidir. “Solaris” gibi hard bilimkurgu romanını yazan Stanislav Lem “Gelecekbilim Kongresi” gibi hayatımda okuduğum en komik romanlardan birini de yazmıştır. Bilimkurgu akımının hedefi zaten bilimi halka sevdirmektir. Kepler ilk bilimkurgu romanı olarak kabul edilen Somnium’u bu amaçla yazmıştır. Daha sonra da zaman zaman bilimkurgu çok “ağır bilimsel” olduğunda bazı bilimkurgucular “arkadaşlar, bakın asıl amaçtan saptık” diye birbirlerini dürtmüşlerdir. Bunu kafadan atmıyorum, Carl Sagan “Kozmos”ta yazıyor:) Özellikle eğitim düzeyi düşük olan ülkemizde bence bilimkurguyu sevdirmek gibi bir görevimiz olmalı, bunu da ağır bilimsel metinlerle yapamayız.

Evim Güzel Evim adlı öyküde sessiz, manzaralı bir evin bir yazar için ideal olduğundan bahsediliyor. Sen nasıl bir ortamda yazıyorsun? Yalnız mı olmayı tercih ediyorsun? Eskiden müzik dinleyerek yazdığını biliyorum, bu ritüel hala devam ediyor mu?

 

Müzikle yazmayı “Varolmayanlar”la birlikte kestim, çünkü o romanın çok girift bir yapısı vardı, ağır konsantrasyon gerektiriyordu, o yüzden sessizliği tercih ettim. Şimdilerde şöyle yazıyorum, “içime sinen üç sayfa yazarsam bir şarkı molası alabilirim” diyorum, bir nevi ödüllendirme sistemi. “Evim Güzel Evim” benim yazma ritüelimi iyi anlatan bir öykü. Yalnızlık şart. Odamda yalnız olsam bile, evde birinin olması bile bazen o istediğim izolasyonu sağlamıyor. Bazı metotlarım oluştu yıllar içinde. Yazacağım şeyi masaya bırakmıyorum mesela. Aslında her anımda yazıyorum, yürürken, beklerken, metrobüste, otobüste... Masaya oturduğumda ne yazacağımı az  çok biliyorum. Tabii kafadaki hayalleri kağıda dökerken birçok şey değişiyor, kurgu tepetaklak oluyor vesaire.

 

 

Aynı öyküde Maupassant’dan bahsediyorsun sık sık. İlham aldığın isimlerden biri olsa gerek. Lovecraft hakkında ne düşünüyorsun? Ona da bir yerde gönderme yapmışsın, yalnızlık ona mahsustur demişsin. Lovecraft Maupassant’a göre çok ağır, süslü bir üsluba sahip. Sen sanırım daha sade metinlerden yanasın. Ne dersin bu karşılaştırma için?

 

Maupassant bir olay örgüsü virtüözü, Lovecraft ise dil virtüözü. İkisinin ortasında bir yerde olmayı hedefliyorum. Lovecraft aslında beni yakın geçmişe kadar Maupassant’tan daha çok etkilemiş bir yazar. “Gotik Öyküler” isimli derleme hayatımın dönüm noktalarından biri olabilir. Maupassant’a son 3 senedir fena sardım. Hep sevmişimdir ama  dehasının derinliğini yeni yeni keşfettim. Her türde onun gibi başarılı işlere imza atmış az yazar vardır. Korku, bilimkurgu, klasik edebiyat, aşk öyküleri, her dalda müthiş işleri var. Yalın ve samimi dilini de çok seviyorum. Aslında bu noktada “üslup mu öyküden çıkar, öykü mü üsluptan çıkar” gibi bir ikilemden söz edebiliriz. Lovecraft’in öykülerini ancak onun ağır üslubuyla anlatabilirsin. Mesela Erich Zann’ın Müziği’ni Maupassant gibi yalın anlatsan aynı etkiyi vermez. Ya da bir Maupassant öyküsünü Lovecraft’in süslü cümleleriyle anlatsan, o da olmaz. Ben şahsen hem okur hem yazar olarak ağır üslupları tercih etmiyorum. Ama Lovecraft farklı ya, müthiş bir akıcılığı da var, o devasa cümleler nasıl oluyorsa su gibi akıyor.

 

 

 

Söyleşi: Yankı Enki

bottom of page