top of page

Bilimkurgunun babacan adamı

 

Ray Bradbury… Yirminci yüzyılın en büyük kalemşorlarından biri olan bu büyük üstadı kelimelerle tanımlamanın o kadar çok farklı yolu var ki: bilimkurgunun şair çocuğu, kütüphanelerin şövalyesi, kitapların yılmaz savunucusu, hikâye anlatıcısı, mektup arkadaşı, yazar, editör, şair, senarist.

 

Geleceğin karanlık kılıcına karşı kalemle çarpışan adamdır o. “Ben geleceği tarif etmeye çalışmıyorum, onu engellemeye çalışıyorum,” demiştir bir yazısında. Meşhur romanı Fahrenheit 451’de öngördüğü tehlikelerin bir kısmının şimdiden gerçekleşmediğini kim söyleyebilir ki? Tamam, henüz itfaiyeciler o soylu görevlerini terk etmiş değil. Ama hepimiz vaktimizin çoğunu (henüz duvardan duvara olmasalar da) düz ekran televizyonların ve bilgisayar ekranlarının başında geçirmiyor muyuz? Elimizden hiç düşürmediğimiz telefonlarımızla, gözümüzü bir an olsun ayıramadığımız tabletlerimizle, gerçek dostlarımıza ilgi göstermezken sanal olanların sayısıyla övünüp onlara “ailem” diye hitap etmemizle kocası Montag’a ve hayata karşı duyarsız olan, adeta bir robot gibi yaşayan Mildred’dan ne farkımız var ki? İşte, Üstat Bradbury bu tehlikeyi ta 1947 yılında öngörmüş ve hikayeleriyle, romanlarıyla, düz yazılarıyla, kısacası yapabileceği en iyi şekilde durdurmaya çalışmıştır. Üstelik çok farklı ve de etkili bir yolla, bize kitap sevgisini aşılayarak yapmıştır bunu.

 

Kendisini walkman’in mucidi olarak tanımlamak da mümkündür. Mildred’ın kulaklarına taktığı “deniz kabuklarını” bir düşünün. Sadece sahibi için müzik yayını yapan ve kulağınızdayken etrafınızdaki başka hiçbir şeyi duymanıza izin vermeyen o minik aleti. Bradbury bunu 1951’de, Sony’nin ilk walkman modelini piyasaya sürmesinden tam 25 yıl önce yazmıştır. Ve tabii ki daha pek çok teknolojik buluşu. Metrolardaki müzikli reklamlar, ATM’ler, düz ekran televizyonlar… 

Ama onu en iyi tanımlayan kelime babacandır herhâlde. Hikâye ve romanlarının yanı sıra pek çok makaleye de imza atmıştır büyük usta ve bunu yaparken öyle samimi, öyle sevecen, öyle içten bir dil kullanmıştır ki onunla karşılıklı oturup bir fincan çay eşliğinde sohbet ediyormuşsunuz gibi hissetmemeniz neredeyse imkânsızdır. Bradbury bu tarz yazılarında tüm samimiyetiyle bize hayatı sevmemizi öğütler. Kitapları, yazmayı, sanatı, filmleri, karnavalları, aileyi, dünyayı, çizgi-romanları, kısacası bizi mutlu eden her şeyi sevmeyi. “Yaşayın!” der. “Yazın! Keyif alın! Âşık olun! Hatalar yapın ve bunlardan güzel hikâyeler çıkarın!” Sanki bizi tanıyan biri gibidir. Hiç görmediğimiz, sadece adına yazı denen o sihirli dünya vasıtasıyla tanıdığımız biri gibi. Bizi destekler, şevke getirir, cesaret verir, yazma sevgisi aşılar ve en önemlisi hayata bağlar.

 

İşte bu yüzden Bradbury ismini gördüğümüzde başarılı bir yazara duyduğumuz saygının yanı sıra derin bir sevgi de hissederiz içimizde. İşte bu yüzden onun adını duyduğumuzda yüzümüze samimi bir tebessüm yerleşir. Bu yüzden büyük usta bu dünyadan göçtüğünde içimizi tarifi zor bir üzüntü kapladı. Çünkü o gün sadece çok değerli bir yazarı değil, kitaplar vasıtasıyla bizimle konuşan bir dostu da kaybettik.

 

Toprağın bol olsun büyük usta. Sonsuza dek yaşa!

 

M. İhsan Tatari

bottom of page